3 Mart 2017 Cuma

ORTADOĞU DA TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA EKSEN TARTIŞMASI BÖLÜM 2



 ORTADOĞU DA TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA EKSEN TARTIŞMASI BÖLÜM 2


Eksen Tartışmaları Hep Vardı

Geçmiş yıllarda Türkiye’nin Batı blokundan ayrıldığı yönündeki endişelerin ortaya çıkmasında Türkiye’nin özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllarda izlediği Kıbrıs politikaları etkili olmuştur. Özellikle ABD Başkanı Johnson’ın 1964 yılındaki mektubunu takiben Türk karar alıcılarının Türkiye’nin ilişkilerini çeşitlendirmek adına ciddi biçimde Sovyetler Birliği ile yakınlaşmayı düşünmeleri Batı’da kaygıyla izlenmiştir. Gene 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı takiben, ABD’nin Türkiye üzerine koyduğu silah ambargosu Türkiye’yi dış politikasını gözden 
geçirmeye yöneltmiş, bu çerçevede Türkiye bir yandan Sovyet bloku diğer yandan da Ortadoğu ülkeleriyle yakınlaşmaya başlamıştır. Artan petrol fiyatlarının Türk ekonomisi üzerinde olumsuz etkiler ortaya çıkarması ve Arapların Kıbrıs sorunu bağlamında daha çok Rumların görüşlerini desteklemeleri Türkiye’yi bu yönde hareket etmeye sevk etmiştir. 

Türkiye’nin İslam Konferansı Örgütü’ne katılması, İsrail ve Filistinliler arasındaki savaşlarda daha çok Arapların yanında tavır almaya başlaması, ABD ile yaşanan Kıbrıs, Füze ve Haşhaş krizleri neticesinde ülke içinde antiAmerikancılığın tırmanması, 1980’li yılların başında Türkiye’nin NATO’nun Ortadoğu bölgesinde oluşturmayı planladığı acil müdahele gücüne katılmak istemeyişi ve yine 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı boyunca Türkiye’nin dış ticaretini daha çok Ortadoğu ülkeleriyle yapması geçmişte hep Ankara’nın Batı’ya olan bağlılığı 
konusunda soru işaretlerinin ortaya atılmasına neden olmuştur. Bunun yanında gene Soğuk Savaş sırasında, NATO’nun stratejik konseptini “yoğun karşılık verme”den “esnek mukabele”ye değiştirmesi bağlamında ülke içinde Türkiye’nin güvenliğini NATO çerçevesinde tanımlamasının ne derece isabetli bir karar olacağı konusunda yoğun fikir tartışmaları yaşanmış, birçok kişi Türkiye’nin NATO’dan çıkarak, mümkünse bağlantısız bir politika takip etmesinin daha doğru olacağını iddia etmiştir. 

Buna benzer gelişmeler, 1990’lı yıllarda Türkiye-AB ilişkileri bağlamında da yaşanmıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve NATO’nun eskiden sahip olduğu 
misyonunu kaybetmeye başlamasıyla beraber, Türkiye’nin Avrupalı kimliği ve Avrupa’nın güvenliğine yapabileceği katkılar ciddi şekilde sorgulanmaya başlanmış, birçok Avrupalı bundan böyle Türkiye’yi daha çok Ortadoğu bağlamında tanımlamayı tercih etmiştir. Kendisinin Avrupalı kimliğine 
yöneltilen eleştirilerin arttığı ve iki kutuplu dünyanın ortadan kalkmasıyla ülkelerin dış politikadaki hareket alanlarının genişlediği bir ortamda, Türkiye bir süreliğine temel ilgisini Orta Asya ve Kafkaslar bölgesine yöneltmiştir. Avrupa Birliği üyeliği peşinde koşmaktan çok, Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkaslar bölgelerinde bağımsızlığını yeni kazanan Türki cumhuriyetlere önderlik yapmasının ve bu bölgedeki diğer stratejik aktörlerle kuracağı yakın ilişkilerin çok daha faydalı olacağı yönündeki görüşler sıklıkla dile getirilmiştir. 1997 senesinin Aralık ayındaki Lüksemburg zirvesinde Türkiye’nin AB’ye üye olacak aday ülkeler arasında sayılmaması ve adeta bu sürecin dışarısında bırakılması, ülke içinde Türkiye’nin Batı odaklı dış politika anlayışının sorgulanmasına hız vermiştir. Bölgesinde daha çok tek taraflı hareket eden ve Kıbrıs ve Ege 
gibi sorunları AB ile görüşmeyi salık vermeyen bu anlayış, kısa bir süreliğine de olsa Türk dış politikasının sertleşmesini, milliyetçi bir karakter kazanmasını ve sivil unsurlardan çok askeri unsurların öne çıkmasını mümkün kılmıştır. 


Benzer şekilde 1990’lı yılların ortalarında, Refah Partisi’nin iktidara gelmesiyle beraber, Türk dış politikasının yüzünü Batı’dan İslam dünyasına döndüğü yönündeki görüşler hızlanmıştır. Refah Partisi’nin Türkiye’nin bir yandan AB diğer yandan da ABD ve İsrail ile kurmakta olduğu ilişkileri eleştirmesi ve daha çok D-8 diyetanımlanan ülkeler grubu ile olan ilişkileri öne çıkarmaya başlaması, Batı’da Türkiye’nin dış politikasının üzerine oturduğu temel değerler konusunda ciddi kaygıların oluşmasına neden olmuştur. 

Avrupalılaşan Dış Politika

Bu makalede vurgulamak istediğimiz ikinci önemli husus, Türk dış politikasında Batı, özellikle de Avrupa Birliği, yönünde bir dönüşüm sürecinin Türkiye’nin 1999 senesinde aday ülke ilan edilmesinden bu yana hızlanarak devam ettiğidir. Eksen tartışmalarının yapıldığı bir zaman diliminde Türk dış politikasının Avrupalılaştığını iddia etmek bir paradoks gibi görünse de, bu bölümde bunun böyle olmadığını göstermeye çalışacağız. 

AK Parti iktidarının kurulmasından bu yana AB odaklı dönüşüm çok daha gözle görünür bir karakter kazanmıştır. Türkiye’nin AB’nin dış politikasının üzerine oturduğu temel değer ve normları benimsemeye başlaması, daha çok Türk dış politikasının karar alma süreci, dış politikada kullanılacak araçların seçilmesi, bu araçların nasıl bir mantıkla kullanılacağı, ve de bazen kararlaştırılan politikaların içerikleri bağlamlarında söz konusudur. Bu kesinlikle şu demek değildir: Türkiye bu yöndeki bir değişimi sırf AB üyesi olmak istediği için ve de Avrupalı 
kimliğini pekiştirmek adına yapıyor değildir. 

Türkiye’yi bu yönde davranmaya iten asıl sebepler daha çok realpolitik ve stratejiktir. Değişen bölgesel dinamikler, özellikle de 11 Eylül saldırıları ve Irak Savaşı’nın ertesinde Türkiye’nin iç güvenliğinin çevresinde meydana gelen gelişmelere daha fazla bağlı olmaya başlaması Türkiye’yi çevresini şekilendirme yönünde harekete geçmeye zorlamaktadır. Türkiye’nin çevresini şekillendirme politikasında kullanmakta olduğu temel dış politika yaklaşımları ve araçları ise özünde AB’nin kendi dış politikasını uygularken kullandığı araçlardan ve mantıktan farklı değildir. Kastettiğimiz Avrupalılaşma daha çok bu yöndedir. Motivasyonlara ilişkin tartışmayı bir sonraki bölüme saklayıp, bu bölümde kısaca Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu Avrupalı dönüşümü tasvir etmeye çalışacağız. 

Türk dış politikasının genel stili ve kullanılan enstrümanları bağlamında vurgulamamız gereken en önemli nokta, Türkiye’nin artık görünür 
bir şekilde ekonomik, sivil ve diplomatik araçları daha fazla önemseye başladığıdır. Komşularla geliştirilecek ilişkilerin daha çok ekonomik düzlemde 
olması ve bu ilişkilerin nihai olarak bölgesel entegrasyonu hedeflemesi, Türkiye’nin AB’nin kendi yakın çevresinde takip etmekte olduğu komşuluk politikasının bir benzerini kendi bölgesinde takip ettiğini göstermektedir. 

Türkiye’nin bu yöndeki adımlarının en önemli çıkış noktalarından bir tanesi, gerek Ortadoğu gerekse de Kafkaslar bölgesinde ortak bir bölge bilincinin oluşması gerektiğidir. Ortadoğululuk bilinci geliştirilmeden, Ortadoğu’nun sorunlarının çözülmesi mümkün olamayacaktır. Gene bu bakış açısına göre bölgesel sorunların çözülmesinde temel sorumluluk bölge ülkelerine düşmektedir. Türkiye’nin yapmaya çalıştığı bu bölgesel dinamikleri harekete geçirmeye çalışmaktır. Bu politika aynı zamanda, Atatürk döneminde takip edilen Balkan politikalarına çok benzemektedir. 1934 yılında kurulan Balkan Paktı, Türkiye’nin çabalarıyla bir araya gelen dört Balkan ülkesinin ortak bir Balkanlılık bilinciyle harekete geçerek kendi bölgesel sorunlarını kendilerinin çözmek istemeleriyle mümkün olabilmiştir. 1937 yılındaki Sadabad Paktı da benzer bir bölgecilik mantığının ve bilincinin bu sefer Ortadoğu’da Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında oluşturulmasıyla mümkün olabilmiştir. 

Bu yöndeki dönüşümün en yeni göstergelerinden bir tanesi Türkiye’nin Ağustos 2008’deki Rus-Gürcü Savaşı’nı takiben ileri sürdüğü Kafkas İşbirliği ve İstikrar Platformu fikridir. Benzer bir şekilde Türkiye’nin komşuları olan Irak ve Suriye ile birçok alanda yakın işbirliğine girmesi, Suriye bağlamında vizelerin kaldırılması, nihayetinde bölgesel bilincin gelişmesi adına anlamlı olan politikalardır. 

Stil bağlamında vurgulamamız gereken bir diğer gelişme, Türkiye’nin çok-taraflı platformlarda hareket ederek kendi ulusal politikalarına meşruiyet kazandırmaya gayret etmeye başlamasıdır. Dış politika kararlarının meşruluğu hiç olmadığı kadar önemli hale gelmiştir. Buradan hareketle denilebilir ki, Türkiye artık sert güç yerine yumuşak güç anlayışını daha çok önemsemektedir. Yumuşak gücün ise daha çok Türkiye’nin kendi iç sorunlarını çözmesi neticesinde bölgesindeki ülkelerin gözündeki cazibesinin artması bağlamında ortaya çıkacağına 
inanılmakta dır. Ülke içindeki modelin cazibesi, dışarıda takip edilen politikaların meşruluğu ve de dış politikada kullanılan araçların ikna ediciliği bağlamında, Türk dış politikasının yumuşak güç karakterinin artacağına inanılmaktadır. 

Komşularla sıfır problem anlayışının ivme kazanması, bölgesel sorunların çözülmesinde aktif bir tutum takınarak uzlaşmazlıkların taraflarının bir araya getirilmesi ve de sorunlara daha çok diplomatik mekanizmalar içinde cevap bulunmaya çalışılması, içinden geçilmekte olan dönüşüm sürecinin diğer önemli göstergeleridirler. Komşularla kurulacak ikili ilişkilerin sıfır toplamlı olmaktan çok daha fazla kazan-kazan mantığına dayandığı bir dış politika anlayışı vardır artık. Amaç düşman üretmekten çok dost kazanmaktır. Ancak böyle bir 
düzlemde hereket edildiği müddetçe, Türkiye kendi yakın çevresini şekilendirebilecek imkanlara sahip olabilecektir. Bu anlayış özü itibarıyla 
Avrupa Birliği’nin kendi yakın bölgesine yönelik uygulamakta olduğu komşuluk politikalarına çok benzemektedir. 

Karar alma sürecinin Avrupalılaşması bağlamında vurgulamamız gereken en önemli faktör hiç kuşkusuz son dönemde Türk dış politikasında seçilmiş sivillerin atanmış bürokratlardan daha etkili olmaya başlamalarıdır. Milli Güvenlik Konseyi’nin yapısında gerçekleştirilen reformlar, seçilmiş sivillerin almış oldukları kararlardan dolayı seçmenlerine ve halka karşı sorumlu olduklarına inanmaya başlamaları, alınması düşünülen kararların mümkün olabildiğince farklı sivil toplum kuruluşu ve hükümet dışı örgütün katılımı neticesinde şekillendirilmesine özen gösterilmesi, dış politikanın en hassas olduğu düşünülen konularının bile toplum önünde açıkça tartışılması ve kritik kararların 
alınması ve uygulanmasında parlamentonun rolünün artması bu alandaki Avrupalılaşmanın/sivilleşmenin en önemli göstergeleridir. 

Son yıllarda yaşanan bazı kritik dış politika tartışmaları bu alandaki sivilleşmeyi hiç olmadığı kadar gözler önüne sermektedir. Gerek Kıbrıs sorunu bağlamında 2004 yılında Türkiye’nin Annan Planı’nı desteklemesi, gerek Kuzey Irak bağlamında son dönemde yaşanan politika değişiklikleri gerekse de Ermenistan ile içine girilen yakınlaşma süreci daha çok seçilmiş sivillerin almış oldukları inisiyatifler neticesinde mümkün olabilmiştir. 

Alınan kararların içerikleri bağlamında da devam eden bir Avrupalılaşmadan bahsedilebilir. Türkiye’nin kendi yakın bölgesinde takip etmekte olduğu neredeyse bütün politikalar özleri itibarıyla Batı’nın ve AB’nin bu bölgelere ilişkin benimsedikleri dış politika çıkarlarıyla uyumludur. 

Örneğin, 11 Eylül sonrası ortamda Türk yetkililerinin Ortadoğulu muhataplarına vermekte oldukları en önemli mesaj bölgedeki demokrasi ve özgürlük eksikliğinin bölgenin geri kalmasında ve bölgenin uluslararası terörizm üretmesinde en önemli sebep olduğudur. Bu bağlamda yapılması gereken daha fazla demokrasi ve daha fazla özgürlük sağlamaktır. Liderlerin almış oldukları kararlardan dolayı kendilerini halklarına karşı sorumlu hissetmedikleri ve temel amaç olarak rejimlerinin devamını öngördükleri bir düzlemde Ortadoğu bölgesinde uzun dönemli bölgesel barış ve istikrarın olamayacağını Türk yetkililer sıklıkla dile getirmektedirler. 


Bütün eleştirilere rağmen, Türkiye’nin HAMAS liderliğine verdiği mesajların özünde de bu düşünceler yatmaktadır aslında. HAMAS’ın terörü meşru bir araç olarak görmekten vazgeçmesi, İsrail’in topraksal bütünlüğünü ve egemenliğini tanıması ve şu ana kadar İsrail ile Filistin yönetimi arasında kabul edilmiş olan antlaşmaları tanıması, Türkiye’nin HAMAS yönetimine ilettiği en önemli mesajlardır. Bu mesajlar Batı’nın beklentileri ile birebir uyumludur. Gene, Türkiye’nin Irak’ta istikrarlı ve uzun dönemli bir rejimin ortaya çıkması adına atmakta olduğu adımlar, Suriye’nin uluslararası topluma meşru bir aktör olarak katılması yönünde giriştiği çabalar, Kafkaslar’daki kemikleşmiş sorunların çözümünde diyalog ve bölgeselciliği öne çıkaran yaklaşımları özü itibarıyla AB’nin ve ABD’nin dış politika çıkarlarıyla uyumludur. 

Balkanlar’daki devletlerin Batılı kurumlara entegrasyonu ve kendi aralarında oluşturacakları bölgesel işbirliği mekanizmaları sayesinde sorunlarını çözeceklerine inanılmaktadır. Bu yöndeki Türk politikaları Batının politikalarıyla uyumludur. 

11 Eylül sonrası dönemde bir endişe kaynağı olmaya başlayan medeniyetler arası çatışma ihtimalinin ortadan kaldırılması adına Türkiye’nin aktif bir şekilde Birleşmiş Milletler Medeniyetler İttifakı projesine katılması ve yeni ABD yönetimiyle geliştirilmekte olan model ortaklık politikası, Türkiye ile Batı ülkeleri arasında ciddi görüş ayrılıklarının olmadığı yönündeki argümanları destekler niteliktedir. 

Tarafların dış politika çıkarlarının en fazla örtüştüğü alanlardan bir tanesi de hiç kuşkusuz enerji alanında ortaya çıkmaktadır. Hem ABD ve AB hem de Türkiye, Rusya’nın en önemli enerji ihraç eden ülke olması durumunun sonlanması gerektiğini düşünmekte, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi konusunda benzer politikalar izlemektedir. Türkiye’nin bir enerji koridoru ve terminali haline gelerek, Orta Asya, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun enerji kaynaklarının Batılı pazarlara ulaştırılmasında kilit ülke olması konusunda taraflar arasında bir görüş birliği vardır. En son imzalanan Nabucco Antlaşması bu ortak iradenin en açık tezahürüdür. 

Dış politika kararlarının içeriği bağlamında Türkiye’yi Batı’dan/AB’den ayrı düşüren noktalar tabii ki vardır. İran’ın nükleer politikalarının ne dereceye 
kadar bir tehdit oluşturduğu, NATO’nun genişlemesi ve Karadeniz’in bir NATO iç denizi olması bağlamında Rusya’ya ilişkin nasıl bir politika izlenmesi gerektiği konularında taraflar arasında tam bir örtüşmenin olduğunu iddia etmek zordur. Yine de bu konularda bile çok derin görüş ayrılıklarını olduğunu ileri sürmek doğru olmaz, zira hem Rusya hem de İran söz konusu olduğunda Batı bloku içinde tek sesliğinin olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bu konularda Türkiye’nin görüşleri ABD’den çok Batı Avrupa ülkelerininkine yakındır. 

Eksen Kayması Yerine Eksen Ayarlaması: Temel Belirleyiciler 

Yukarıda bahsedilen Avrupalılaşma sürecine rağmen, Türkiye’nin dış politika ekseninin Batı’dan/AB’den ayrılmakta olduğu yönündeki eleştirilerin hiç eksik olmaması önemlidir. Bu bölümde yapmaya çalışacağımız, eksen kayması ve değişiminden çok, eksen ayarlamasını mümkün kılan düşünsel arka planı ortaya koymak ve son dönemde Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu dönüşüm sürecini etkileyen ana unsurları tartışmak olacaktır. Ana çıkış noktamız, Türk dış politikasının stili, enstrümanları, karar alma süreci ve içeriği bağlamında bir Avrupalılaşmanın olduğu, ama bu yöndeki dönüşümü ortaya çıkaran motivasyonlar bağlamında, Türkiye’nin göreceli olarak Batı’dan ve AB’den uzaklaşmaya başladığıdır. 

    Böyle bir sonucun ortaya çıkmasında en etkili faktörlerden bir tanesi 11 Eylül saldırıları ve Irak Savaşı sonrasında Türkiye’nin yakın bölgesinde ortaya çıkan gelişmelerin Türkiye’nin güvenliğini yakından etkilemeye başlamasıdır. Ulusötesi hareketlerin ivme kazandığı, iç ve dış politika arasındaki farklılıkların her geçen gün azaldığı günümüzde Türkiye’nin güvenliği artık çok daha fazla çevredeki gelişmelerden etkilenmektedir. Bu bağlamda zikredilmesi gereken en ideal örnek Irak Savaşı sonrasında Irak’ın kuzeyinde güçlenmekte olan bağımsız Kürt hareketidir. 

    Burada önemli olan şey, Türkiye’nin iç huzurunun, Irak’ın kuzeyindeki Kürt hareketinin geleceğine yakından bağlı olmaya başlamasıdır. Korkulan şey, 
( Türkiye’nin kendi Kürt sorununu çözemediği bir düzlemde, Iraklı Kürtlerin siyasi hedeflerini gerçekleştirmesi durumunda, Türkiye’nin Kürt kökenli vatandaşlarının bu gelişmelerden etkilenip Ankara’ya olan bağlılıklarını azaltması ve kaderlerini Iraklı Kürtler ile birlikte tanımlamaya başlamalarıdır.)  

   Böyle bir neticenin ortaya çıkmaması için Türkiye’nin kendi Kürt sorununu çözmesi artık hiç olmadığı kadar acildir. Bu bağlamda Türkiye’nin hem Irak Kürtleri ile olan ilişkilerini hem de kendi Kürt vatandaşları ile olan ilişkilerini hangi zeminlerde tanımlayacağı önemli olmaktadır. Dış politikada AB standartlarının benimsenmesi bu bağlamda Türk karar alıcıları tarafından önemsenmektedir. Bu sayede hem Iraklı Kürtlerle karşılıklı bağımlılığa dayanan ilişkiler kurulabilecek hem de ülke içindeki Kürt kökenli vatandaşların memnuniyetsizlikleri liberal demokratik refomlar sayesinde hafifleyebilecektir. Buradan çıkan sonuç bölgede ortaya çıkan yeni güvenlik dinamiklerinin Avrupalılaşma sürecini hızlandırdığıdır. 

Benzer bir mantık, Türkiye’nin komşuları olan Suriye ve Ermenistan’la ilişkilerini de etkilemektedir. 

Özellikle Irak Savaşı’nı takip eden ortamda, Ortadoğu hiç olmadığı kadar istikrarsız bir hale gelmiştir. Gerek ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin bölgeye dışarıdan ve zorla demokrasi getirmeye çalışmaları gerekse de El Kaide terörizminin kendisine bu bölgedeki insanlardan destekçiler bulması, burayı adeta kaynayan bir kazan haline sokmuştur. Türkiye açısından tehdit oluşturan unsur, bölgenin kaotik yapısının devam etmesi durumunda ülke içinde devam etmekte olan reform sürecinin yavaşlaması ve günün birinde Türkiye’nin kendisinin de bu kaotik ortamın bir parçası olmasıdır. Bu olasılıklardan kurtulmanın en önemli yolu ise, Türkiye’nin kendi bölgesini AB’nin yaptığına 
benzer bir şekilde dönüştürmeye çalışması ve gene AB içinde gözlemlemekte olduğumuz entegrasyon modelinin bir benzerinin bu topraklarda yeşermesine çabalamasıdır. Bu perspektiften bakıldığında Türk dış politikasının daha önceden olmadığı kadar Ortadoğu ile ilgili sorunlara odaklanması normal bir gelişmedir, çünkü Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden olaylar sıklıkla bu coğrafyada cereyan etmektedir. 
Türkiye’nin Ortadoğu cehenneminin bir parçası olmayıp AB içindeki güvenlik cemiyetine katılabilmesinin en önemli şartı Türkiye’nin takip ettiği politikalarla Ortadoğu’yu cehennem olmaktan çıkartıp potansiyel bir cennete dönüştürmesidir. 

Türkiye’nin kendi yakın bölgesinde aktif bir politika izleyip, bölgesinde adeta oyun kurucu olmaya çalışması, uluslararası sistemdeki güç dengelerinin değişmesiyle de alakalıdır. Soğuk Savaş döneminin disipline edici ve Türkiye gibi orta ölçekteki devletleri sınırlayıcı yapısı ortadan kalktığından bu yana, Türkiye’nin manevra alanı artmıştır. Bu bütün orta ölçekteki devletler için böyledir. Buna uluslararası sistemdeki ABD hegemonyasına dayalı tek kutupluluğun yavaş yavaş ortadan kalkması eklendiğinde, Türkiye’nin hareket alanı daha da genişlemektedir. Kimi gözlemcilere göre çok kutuplu kimi gözlemcilere göre de kutupsuz olma yönünde ilerleyen küresel sistem ülkelerin bölgelerindeki hareket kabiliyetlerini artırmaktadır. Küresel sorunların artık küresel işbirliği ile halledildiği bir çağda ülkelerin çok taraflı ilişkiler kurmaya çalışmaları ve güvenlik çıkarlarını tanımlarken birden fazla aktörü dikkate almaları kaçınılmaz olmaktadır. 

Irak Savaşı sonrasında bozulma eğilimine giren Türk-Amerikan ilişkileri Türkiye’nin daha fazla AB’ye yaklaşmasını mümkün kılmıştır. 
Bunda ABD’nin bölgedeki etkisini AB üzerinden dengeleme kaygıları etkili olduğu kadar, Saddam sonrası Irak ve Ortadoğu bölgesinde İran’ın artmakta olan nüfuz alanını sınırlandırma çabaları da etkili olmaktadır. Türkiye’nin bir yandan ABD diğer yandan da İran’a karşı elini güçlendirmesinin en önemli araçlarından bir tanesi, dış politikasını Avrupa’nın değer ve anlayışları üzerine yeniden inşa etmesidir. Türkiye’nin bölgesindeki çekim gücünün artmasında ve politikalarının meşru görülmesinde, AB üyeliği yolunda gerçekleştirilen reformlar etkili 
olmaktadır. Bu süreç boyunca kendi yapısal ve kronikleşmiş sorunlarını çözecek bir Türkiye’nin bölgesine örnek ve lider olabilme potansiyeli daha da artıracaktır. 

AK Parti hükümetinin benimsediği dış politika anlayışına göre Türkiye bölgesinde düzen kurucu bir ülke olmayı hedeflemelidir. Bunun olabilmesi bir yandan dış politikaların belirlenmesinde ve uygulanmasında Avrupalı normları gerekli kılarken, diğer yandan da Türkiye’nin AB’ye ilişkin bakış açısını daha rasyonel zeminlerde tanımlamasını gerektirmektedir. Burada kastedilen şey, üyeliğin ve üyeliğe götüren yolun Türkiye’nin çevresindeki etki alanının artmasında araçsal olarak kullanılmasıdır. AB üyeligi peşinde koşmak, Türkiye’nin daha önceden 
Brüksel’de belirlenmiş politikaları kabul edip bunları kendi bölgesinde AB adına uygulamak istemesi şeklinde tezahür etmemelidir. Önemli olan bir yandan üyelik sürecinin Türkiye’nin yumuşak gücü üzerinde ortaya çıkaracağı olumlu etkilerden faydalanmak diğer yandan da AB’nin oluşmakta olan küresel kimliğini şekillendirebilmektir. Bu dış politika anlayışına göre Türkiye’nin üyelik sürecindeki dönüşümü kadar Türkiye’nin AB’yi dönüştürebilmesi de önemlidir. 

Türkiye’nin Osmanlı mirasından, İslam ve Türk kimliğinden, ve coğrafi konumundan kaynaklanan avantajlarını kendi lehine olacak şekilde  kullanabilmesi, bunları yumuşak gücünün temel dayanak noktaları olarak hayata geçirebilmesi, dış politikasını Avrupa’nın normları üzerinde yeniden inşa etmesine yakından bağlıdır. 

Türkiye’nin dış politikasında bir yandan Avrupalı normları benimsemesi diğer taraftan da ulusal çıkarlarını daha çok Ankara merkezli bir şekilde tanımlamaya başlaması, NATO’nun Türkiye’nin güvenliğine yapacağı düşünülen katkıların giderek azalmasıyla da ilgilidir. İttifak içinde yaşanan birçok tartışma bize şunu göstermektedir ki NATO artık eskiden olduğu gibi ortak düşmanların net bir şekilde tanımlandığı toplu bir savunma ittifakı değildir. Tehditler ve onlarla mücadele edilirken hangi yöntemlerin kullanılması gerektiği konusunda 
NATO içinde yaşanan tartışmalar NATO’nun Türkiye’ye sunmakta olduğu güvenlik garantilerinin güvenilirliğini sorgulanır hale getirmiştir. 
NATO’nun günden güne daha çok ABD’nin küresel askeri misyonlarının uygulanmasında ve meşruiyet kazanmasında bir araca dönüşmesi 
NATO’nun Türkiye’nin gözündeki güvenilirliğini kaybetmesini hızlandırmıştır. Tabii burada mutlak bir durumdan çok süreç söz konusudur. 

Her ne kadar AB normlarını benimsemiş olsa da Türk dış politikasının giderek daha fazla Ankara merkezli olmaya başlaması, hiç şüphesiz, AB içinde Türkiye’nin üyeliğine ve Avrupalılığına yönelik itirazların ve eleştirilerin hızlanmasıyla da alakalıdır. AB üyeliğinin ne zaman olacağı konusunda derin şüpheler taşıyan bir ülkenin bütün yumurtalarını AB sepetine koyması mümkün değildir. Bunun yanında AB içinde Türkiye’ye önerilen ilişki modelinin tam üyelikten çok imtiyazlı ortaklık olması yönündeki görüşlerin daha sıklıkla duyulması, Türkiye’nin AB’ye ilişkin bakış açısını daha kuşkulu hale getirmektedir. Burada önemli olan durum üyelik ihtimalinin hala çok yüksek olmadığı bir zeminde Türkiye’nin imtiyazlı ortaklık şeklinde bir ilişkiye razı olmasının katlanılabilecek bir durum olmadığıdır. Bu ilişki tarzı, AB’nin Türkiye’yi 
kendi yörüngesinde tutmasına imkan verirken Türkiye’nin AB üyelik sürecinden umduğu faydaları elde etmesini zorlaştıracaktır. 

Yeni dış politika anlayışına göre, Türkiye’nin AB üyesi olabilmesini kolaylaştıracak bir faktör Türkiye’nin bölgesinde düzen kurucu bir rol 
oynaması ve hem kendisini hem de çevresini AB’nin üzerine oturduğu değerler çerçevesinde dönüştürebilmesidir. Ortadoğu bağlamında bölgesel istikrara ve güvenliğe katkı yapacak bir Türkiye’nin, bölgesinde AB’nin temsilcisi gibi hareket edecek bir Türkiye’den çok daha fazla bir şekilde Türkiye’nin AB üyelik şansını artıracağına inanılmaktadır. 

Tam da bu bağlamda şöyle bir paradoksla karşı karşıyayız. Türkiye’nin bu bilinçle hareket ettiği bir ortamda AB adeta kendi içine odaklanmakta 
ve AB dışı alanlara karşı daha çok savunmacı bir tutum takınmaktadır. Avrupalılaşan Türkiye’nin AB üyesi olabilmesinin aynı zamanda AB’nin stratejik ufuklarının genişlemesine bağlı olduğunu düşünürsek, böyle bir ufuksal genişlemenin olmadığı bir düzlemde Türkiye’nin Ortadoğu bölgesinde aktif politikalar izlemesi sanki onun Avrupa’dan uzaklaştığı şeklinde tanımlanmasına neden olmaktadır. Türkiye Ortadoğu üzerinden AB’ye yaklaşabilecekken, AB’nin küresel stratejik ufkunu bir türlü genişletememesi, Türkiye’yi kaçınılmaz bir 
şekilde Ortadoğulu bir karaktere sokmaktadır. 

Sonuç 

Sonuç olarak söyleyebiliriz ki, Türk dış politikasında son dönemlerde yaşanan gelişmeler bir yandan artan oranda bir Avrupalılaşmayı diğer yandan da normalleşmeyi temsil etmektedir. Stratejik ufkunu daha belirgin bir şekilde Ankara merkezli tanımlamaya başlayan, sistemdeki diğer aktörlerle işbirliğine dayalı ilişkiler geliştirmeyi önemseyen, bunu yaparken temel çıkış noktası olarak kendi bölgesindeki etki alanını genişletmeyi öngören bir Türkiye’nin bu amaçlara ulaşmaya çalışırken dış politikasını Avrupalı normlar üzerinden uygulamaya çalışması kesinlikle bir tutarsızlık değil, bilakis bir zorunluluk haline gelmiştir. Türkiye’nin Avrupa’ya yaklaşırken aynı zamanda Avrupa’dan uzaklaşması 
şeklinde tarif edilmesi gereken bu durum uzunca bir süre bizleri meşgul etmeye devam edecek gözükmektedir. 

Yrd. Doç. Dr. H Tarık OĞUZLU 
Bilkent Üniversitesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümü 
oguzlu@bilkent.edu.tr 


****

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder